KADINLARIMIZ
Öncelikle 30 Ağustos Zafer Bayramı’nızı kutlarım.
Bu hafta Büyük Usta Nâzım Hikmet’in dizelerinde yer bulan, “korkunç ve mübarek elleri / ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle / anamız, avradımız, yârimiz / ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen / ve soframızdaki yeri / öküzümüzden sonra gelen / ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız” kadınlarımızdan söz etmek istiyorum.
Geçen hafta gazetelerde, televizyonlarda ve sosyal medyada bir haber yer aldı: “Emine Bulut, eski eşi tarafından çocuğunun gözü önünde vahşice öldürüldü.”
Birkaç gün sonra da olay kapandı gitti. İlk başlarda heyecanla haber yapan gazeteler, nutuk atan yetkililer, her zaman olduğu gibi, ülkemizde kadına uygulanan şiddetin nedenlerine değinmeden gündemlerindeki başka olaylarla ilgilenmeye başladılar.
Kadına yönelik aile içi şiddet, Türkiye’de önemli ve yaygın bir sosyal sorun. Bir araştırmaya göre evli kadınların 36’sı fiziksel şiddet, 12’si cinsel şiddet görüyor. On sekiz yaşından sonra evlenmiş kadınların 42’si psikolojik şiddet, 30’u ise ekonomik şiddet ile karşı karşıya kalıyor. Bir başka araştırmaya göre de kadınların 94,3’üne aile içi şiddet uygulanıyor. Yine aynı araştırmada kadınların 71,4’ünün hamileliği sırasında aile içi şiddet gördüğü gözler önüne seriliyor.
Peki, kadınlarımız neden şiddet görüyor?
Şiddetin nedenleri arasında yoksulluğu, düşük öğrenim düzeyini, işsizliği, toplumsal anlayışı sayabiliriz. Bana göre, kadına yönelik aile içi şiddetin temel nedeni, toplumsal sistem ve bu sistemin kuralları gereği kadına biçilen ikincil konumdur. Kadını, kendine bağımlı gören/gösteren erkek, toplumsal yapıdaki üstün konumu nedeniyle kadını denetlemek, sistemin düzenini ve disiplinini sağlamak amacıyla şiddet uygular.
Yoksul ailelerde eğitim için öncelik erkek çocuklarına verilir. Kız çocukları kardeşlerine bakmak, ev işleri yapmakla görevlendirilir. Nasıl olsa evlenecekleri yönündeki toplumsal anlayış, ailelerin kız çocuklarını ya hiç okula göndermemelerine ya da zorunlu temel eğitimi tamamlamadan okuldan almalarına neden olur.
Yapılan başka bir araştırmada görüşülen kadınlar, yaşam koşulları hakkında şunları söylüyorlar:
“On kardeştik yani kalabalıktık. Ailemin durumu yoktu. Beni okutmaya maddi güçleri yetmezdi. Okutamadılar, okul yüzü hiç görmedim. Okuma-yazma bile öğrenemedim.
“Yedi kardeştik. Yarı aç yarı tok yaşıyorduk. Babam iş bulunca çalışıyordu. Üstüne üstlük bir de erken ölünce, annemin üstüne kaldık. Annemin bizi okula göndermeyi bırak, bize bakma imkânı yoktu. İlk gelen dünürcüye verdi beni, On beş yaşında evlendim.”
“Annem vefat etti, babam yeniden evlendi. Üvey annem okutmaya gücümüz yok, masraflı bu iş, kız çocuğu evlenir gider nasıl olsa dediği için babam okutmadı.”
“İlkokulu anca bitirdim. Geçim zorluğumuz vardı zaten, ortaokula göndermediler. O beş yaşında da istemediğim halde, zorla evlendirdiler.”
Kadına yönelik aile içi şiddet ya kadınların çocukluk döneminde ya da evlilikle birlikte başlar, dozu artarak süreklilik kazanır. Evliliklerinin ilk yılları ile birlikte şiddet görmeye başlayan
kadınlar, evliliğim bozulmasın diye gördükleri şiddeti kabullenip kimseye anlatmazlar, ilgili makamlara şikâyet etmezler.
Evli kadınlar eşleri dışında, eşlerinin anne ve babasından, erkek kardeşlerinden de şiddet görür. Bekâr kadınlara babaları, erkek kardeşleri ve hatta sevgilileri şiddet uygular ama kimseye duyurmazlar. Şiddet uygulayan koca, baba, ağabey şiddeti sıklıkla evde erkek olmanın ya da evlilik ilişkisinin doğal bir uzantısı olarak algılar, geleneksel yapı içine şiddeti ussallaştırarak kendisinin bir hakkı ve terbiye edici rolünün bir gereği olarak görür.
“Annemin desteğiyle liseyi okudum. Yoksa babam kız çocuğu bu, nasıl olsa evlenecek, ne gerek var okumasına diye okutmayacaktı. Liseden sonra babam beni evlendirecekti. Annem babamı ikna etti de, o sayede liseyi bitirebildim. ‘Açık giydin, pantolonun dar, ruj sürdün, arkadaşından geç döndün, eve geç kaldın, erkek arkadaşın var da bizden mi saklıyorsun?’ diye babamdan, ağabeyimden hep dayak yedim. Annem ölünce iyice sahipsiz kaldım, evlendim. Evlenince de bir şey değişmedi bağırmalar, azarlar, dayaklar daha da arttı.”
Dostlar, gördüğünüz gibi toplumumuzda kadın evde, okulda, iş yerinde, otobüste… kısacası her yerde ikinci plana atılıyor. Küçücük yaşta kadın olduğu ve kaderine razı olması öğretilmeye çalışılıyor. Okulları ayrılıyor; lokantalarda, parklarda ayrı yerlere oturtuluyor. Böyle olunca da erkek kendini üstün görüyor ve kadına hakaret etmeyi, onu dövmeyi doğal bir hak olarak kabul ediyor.
Önce kadını cinsiyet olarak ayırmayı bırakalım. Erkeklerle aynı okula gitsinler, aynı yerde yemek yesinler, aynı yerde oturabilsinler. Yani şu kafayı değiştirelim. Aksi takdirde daha çok kadın cinayetine şahit oluruz.
Dostlar, edebiyatla kalın ama umutsuz kalmayın.