Geronimo… Kendi öz dilinde Esneyen Adam olarak biliniyor. Geronimo adını ona Meksikalı askerler vermiş. Geronimo yani kendi dilinde Gokhlayeh bir savaşçı, bir lider… Beyazlara karşı mücadele veren son kahramanlardan…
Geronimo, yaşamını Amerika hükümetine karşı savaşarak harcadı. Evinden yıllarca uzakta kalan Geronimo 1858'de geri döner fakat gördüğü manzara hayatının en acı sahnesidir. Eşi, annesi ve üç çocuğu İspanyollar tarafından öldürülmüştür. Bu olayla isyan duyguları daha da kabaran Geronimo ezilen ve zulme uğrayan halkını savunmak için merhametini kaybetti. Beyaz olan herkese kin kustu ve elinden geldiğince beyaz öldürmeye çalıştı; ama küçük ekibiyle daha fazla dayanamayan Geronimo 1870'te yakalandı. Üç kez kaçmayı denediyse de beceremedi. Talih dördüncü denemesinde yardım etti ve kaçmayı başardı. Peşine beş yüz izci ve üç bin Meksikalı düştü. Sonunda yine yakalandı. Geronimo'nun özgürlükçü ruhu pes etmesine izin vermedi. Bir yıl sonra otuz beş savaşçı, yüz dokuz kadın, çocuk ve gençle tekrar kaçtılar. Bu kez tam dokuz yıl bulunamadı. İzine dahi rastlanmadı. Süvariler Geronimo' yu teslim olmaya mecbur etmek için köylere saldırıp kadın, çocuk kim varsa ayırmadan katlettiler. Bunu duyan Geronimo dayanamadı ve halkına daha fazla zarar gelmemesi için teslim oldu. Savaş mahkûmu ilan edildi ve 17 Şubat 1909'da öldü ya da işkenceyle öldürüldü.
Geronimo, izlediğimiz filmlerde anlatıldıysa da ne yazık ki onun sadece beyaz düşmanı, sadist biri olarak gösterileceğinden kuşkum yok. Oysa madalyonun hiçbir zaman tek yüzü yoktu. İki yüzü vardı ve her seferinde biri yok sayıldı. Yok sayılan Kızılderililerin vicdanıydı, yok sayılan mazlum bir halktı, yok sayılan tarihin muhasebesiydi.
1542'de Bartolome de Las Casas; her ne kadar İspanyol olsa da, gerçeği tüm billurluğuyla “Kızılderili Katliamı” adlı kitabında ortaya koyuyordu. Casas; kitabında Kızılderililerin Avrupalılara asla zarar vermediğini, Avrupalıların tek hırsının para olduğunu ve bu yüzden de olabildiğince hunharlaştığından bahsediyor. Casas bir olayı şöyle yansıtıyor kitabına: “İspanyollar Küba'ya saldıracaktı. Bunu haber alan Küba'nın yerlilerinden biri şu konuşmayı halka yapar:
Hıristiyanların bu adaya gelmekte olduklarına dair söylenenleri duymuşsunuzdur. Onların falan krala, filan krala neler yaptıkları biliyorsunuzdur. Haiti'de yaptıklarını burada tekrarlayacaklar. Neden böyle davrandıklarını bileniniz var mı?
—Hayır, sadece doğuştan acımasız ve kötü olduklarını biliyoruz, derler.
Lider: O kadar basit değil. Onların ibadet ettikleri ve tapındıkları bir tanrıları var. İbadet edebilmek için onu bizden almak istiyorlar. Bu yüzden de ülkemizi fethediyor ve bizi öldürüyorlar.
(Konuşurken arkasında mücevher dolu bir sepet vardır. Eliyle göstererek) İşte! Onların tanrıları… ( Daha sonra mücevherleri öldürülmemek için denize atarlar.)
Bir başka anısında da şunları belirtiyor Casas:
“Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerle rinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm. Bazen de insanların üzerine köpek saldıklarına, yerlilerin bu şekilde paramparça edildiğine, çok sayıda evi ve yerleşim merkezini yaktıklarına şahit oldum. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar.”
Casas, tüm bu yaşananları 1542'de kitaplaştırarak İspanyol Kralı II. Philip'e sundu; fakat II. Philip'in vicdanî duygularına hitap etmeyi bekleyen Casas yanılıyordu; çünkü II. Philip de zulmeden vahşilerden hiç farklı değildi. İspanya Kralı koyu bir Katolik'ti, Protestanlardan nefret ediyordu ve Casas'ın kitabında anlattığı Avrupalıların altın hırsının altından II. Philip çıkıyordu. II. Philip Amerika'da Kızılderililerden zorla alınan altınlarla İspanya'da büyük bir donanma ve ordu kurdu. 1556'da da ülkedeki bütün Protestanların öldürülmesini emretti ve on sekiz bin insan bu dönemde idam edildi.
Tarih, tekerrür özelliğini bu kez Protestanlara gösteriyordu. Kızılderililerin yaşadıklarının bir benzerini artık Protestanlara yaşatıyordu. Belki de o güne değin Kızılderililerin katliamına destek vermiş Protestanlar, bu kez katlettikleri insanlarla aynı kaderi paylaşıyordu.
İzmir Buca'da Protestan Baptist Kilisesi'ni çevreleyen duvarların batıya dönük yüzünde paslanan demir bir levhanın üstünde Halk edebiyatını andıran bir şiir vardır:
Son ceylan vurulduğunda
Son kuş öldürüldüğünde
Son ırmak kuruduğunda
Son ağaç kesildiğinde
Paranız ve teknolojiniz ne işe yarar?
Sıradanlaştırıldığımız bir evredeyken, hiç kimsenin bu dizelere dikkat etmesini sağlayamıyorsunuz. İnsanların mil çekilmiş gözleri için, o levhanın üzerinde barındığı beton duvardan hiçbir ayrı yanı yok. Hâlbuki bu şiir de evrende var olan her şey gibi incelemeyi bekliyor ama maalesef yalnız güneşi fark edenler onu görebiliyor.
Öyle defalarca okumamıza gerek kalmıyor şiiri. Duru ve yalın bir anlatımıyla iletisini kolayca dillendiriyor. Dizeleri isyan kokuyor, dizeleri gücü yetmeyen bir adam kokuyor, dizeleri uyarı kokuyor. Baksanıza doğaya zarar verilmesinin isyanı değil mi bu? İnsanoğlunun vahşiliğinin sonuçlarını söylemiyor mu?
“Son ağaç kesildiğinde…”
“Yaşam ağacı var etmiyor, aksine ağaç yaşamı var ediyor.” diye? Ne büyük bir rastlantı bizim için. Düşüncelerimizi, duygularımızı bir halk ozanıyla paylaşmak hem de birbirimizi hiç görmemişken… Hem de birbirimizden haberdar olmadığımız halde paylaşmak… Söylediklerimiz şiirleştirilerek anlatılıyor kilisenin duvarındaki dizelerde.
Tüm bunlara neden olduğumuzda yaşamın biteceğini ne de etkileyici anlatmış. Ve ekliyor -dünya malı dünyada kalır misali- “Yaşam sona erince paranız ve teknolojiniz ne işe yarar?”
İnsanoğlu anlamadı, hırsını ve nefsini bir an olsun yenemedi. Hâlâ daha kulaklarımızı tıkayıp onu öldürüyoruz; ama bir şeyin farkına vardı insan. Doğa can çekişiyor… Bu yüzdendir uzayda ağaç dikilecek yer arıyorlar.
Tarih bu kez de doğa için tekerrür ediyor. Doğa, yıllar önce Kızılderili ve Protestanların yaşadıklarını yaşayarak onlarla aynı kaderi paylaşıyor. Fakat ne ilginçtir ki kader arkadaşları birbirlerini bulmuşlar. İzmir Buca'da Protestan Baptist Kilisesi'ni çevreleyen duvarların batıya dönük yüzünde bir ağaç, bir Kızılderili ve bir Protestan yüzlerini batıya dönerek, Nâzım'ın dediği gibi “düşmana inat bir gün fazla yaşamak…” dercesine yaşamaya devam ediyorlar.