Ünlü divan şairi Nedim İstanbul sevgisini şöyle dile getirir;
“Bu Şehr-I Sitanbul ki bî misl ü hehâdır
Bir sengine yek-pare acem mülkü fedadır.” der.
(İstanbul şehri o kadar müstesna , benzersiz bir yerdir ki, bütün İran ülkesi onun bir tek taşına feda edilebilir. )
İstanbul’u henüz 15 yaşında iken keşfetmiştim. Kuleli Askeri Lisesi sınavını kazanmı, okula girmek için gittiğim bu nadide şehre hayran kalmıştım. Sağlık raporu almak için Haydarpaşa Askeri Hastanesinde ( Sonra Gülhane Askeri Tıp Akademisi, şimdi de adı 2. Abdülhamid Hastanesi oldu) yaşadığım bir haftalık maceralı çabalarım sonucunda düztabanlık teşhisiyle hayallerim alt üst olmuştu. Boynu bükük, üzgün bir vaziyette bu güzel şehre veda edip Tire’ye dönmüştüm. Kuleli olmayınca İmroz (Gökçeada) Öğretmen Okuluna girmiş üç yıl bu okulda öğrenim gördükten sonra öğretmen okullarından mezun olanların gidebileceği tek okul olan Eğitim Enstitüsüne girmek istemiştim. O yıllarda bu okullara girerken bölüm ve okul tercihleri sınava girmeden yapılırdı. Benim de bölüm tercihim Sosyal Bilgiler olmuştu. Sıra okul tercihine gelince bu bölümde en iyi eğitimin verilebileceğini düşündüğüm okulun İstanbul Eğitim Enstitüsü olacağını düşünmüştüm. Ne de olsa Tarih eğitimi alacaktım ve tarihimizin önemli bir bölümü İstanbul’da yaşanmıştı. Ayrıca üç yıl önce hayran kalıp boynu bükük döndüğüm İstanbul’a hayranlığım da tercihimin bu yönde oluşmasının en büyük sebebi olmuştu. Allah nasip etti bu okulun öğrencisi olma şerefine nail oldum.
Kadıköy’deki Okulumun bir tarafında Göztepe, diğer tarafında Feneryolu, Fenerbahçe, bir başka tarafında da o zamanlar gecekondu semti Fikirtepe semtleri bulunuyordu. 4.Mehmet’in av köşkünün de bulunduğu, çam ağaçlarıyla kaplı güzelim bir ortamda unutulmaz hatıralarla geçen üç yılın sonunda bu okuldan da mezun olarak kutsallığı tartışılmaz öğretmenlik mesleğinin bir neferi olarak hayata atıldım.
O zamanlar İstanbul’un nüfusu üç milyon civarındaydı. Hepsi rahmetlik olan Hocalarımız “ Arkadaşlar İstanbul’da şimdi yaşanmaz İstanbul bizim gençliğimizde İstanbul’ du.” Diyorlar ve bir milyonluk İstanbul’un özlemini duyuyorlardı.
Bu girizgahtan sonra gelelim asıl konuya; 1970 lı yılların başında İstanbul’un inci gerdanlığı diye adlandırabileceğimiz Boğaziçinde karşıdan karşıya geçişler sadece yolcu ve arabalı vapurlarla yapılabiliyordu. En önemli geçişler Sirkeci – Harem, Eminönü - Kadıköy, Eminönü - Üsküdar, Karaköy – Kadıköy, Kabataş – Üsküdar arasında gerçekleştiriliyordu. Otobüs ve kamyon geçişleri ise daha çok Sirkeci - Harem arasındaydı. Özellikle kamyonlar Anadolu yakasıyla, Avrupa yakası arasındaki karşılıklı geçişleri için günlerce beklemek zorunda kalıyorlardı. Sirkeci’den feribota binecek kamyonların oluşturdukları kuyruk Sarayburnu’nu dolaşır, ta Yenikapı’ya kadar uzanırdı. Bu durum şoförler için adeta işkenceye dönüşür, onlar için ömür törpüsü, kamyonlar için ise büyük maddi kayıp anlamına geliyordu. Zarar ziyanın başka yönleri de çoktu elbet.
Sancılı geçen 12 Mart döneminin ardından rahmetli Demirel Boğaziçine bir asma köprü yapılması için büyük çabalar sarfetti ve bir başlangıç yaptı. Temeller atıldı, köprü ayakları yükselmeye başladı, yatay tabliyeler döşendi. Bir taraftan da E 5 karayolunun köprüyle bağlantısını sağlayacak Çamlıca bölümünün yapımı hızla sürdürüldü. Bu çalışmaları uzaktan da olsa okulumuzun penceresinden seyrettik devamlı olarak. Okul bitti İstanbul’dan ayrılıyordum, köprüde henüz mutlu sona erişilmemişti.
1973 milletvekili seçimlerinden sonra CHP- MSP koalisyonu kurulmuştu, köprü de tamamlanmıştı, ben de Erzurum’da öğretmendim. Köprünün açılış törenlerini radyodan dinledim. Talihin garip cilvesi açılışı köprünün yapılmasını sürekli eleştiren rahmetli Bülent Ecevit yapmıştı.
Bunlar teferruat elbette, aslolan böyle bir köprünün yapılıp hizmete açılmasıydı. Ve bu bir ilkti. Türkiye için müthiş bir başarıydı. Üstelik bu köprü rahmetli Demirel’in ifadesiyle 70 sente muhtac olduğumuz bir dönemde devletin özkaynakları ile yapılmıştı. Devletimizin köprü için yaptığı bu yatırım çok küçük geçiş ücretleriyle 2-3 yıl içinde kendini amorti edebilmişti. İkinci köprü de yaklaşık yirmi yıl sonra rahmetli Turgut Özal zamanında yapılabildi. Halbuki köprü gelirleriyle bu süre içinde en az yedi köprü daha yapılabilirdi. Eh ondan sonra da üçüncü köprü için bir yirmi yıl daha bekledik. İki köprünün gelirleriyle belki bu süre içinde 15 adet daha köprü yapılabilecek gelir elde edildi.. Ama üçüncü köprüyü beş kuruş kamu kaynağı kullanılmadan yaptık diyerek övündük. Kamu kaynakları kullanılmadı ama kamu bankalarından kredi kullandırılarak yapılan bu köprülerin müteahhitlere kaptırılan 25 yıllık gelirleriyle kaç köprünün kaybedildiğini düşünmek bile insana hüzün veriyor.
Marmaray ve son açılışı yapılan Avrasya tünelinin, İzmit Körfezi üzerindeki Osman Gazi Köprüsünün yapılmasından mutluluk duymamak İstanbul’un dününü bilen bir kişi olarak bence aptallık ve nankörlük olur. Her üçü de de muhteşem, yapılıp hizmete açılması bile büyük kazanç elbette. İtirazım, çok zenginleşen ülkemizin bu işleri kendi öz kaynakları ile yapıp, 25 yıllık gelirleriyle de yeni yatırımlara koşma fırsatını heba etmiş olmamızadır. Her şeye rağmen Marmaray’ın, Osman Gazi Köprüsünün ve Avrasya tünelinin İstanbul’umuza ve Türkiye’mize hayırlı olmasını diliyorum.
Bu yazının yayınlandığı gün bir iş seyahatı için Belgrad’da olacağım. Cumhurbaşkanı ve Başbakanımızın da katılımlarıyla gerçekleştirilecek Tire Sütaş tesislerinin açılış töreninde bulunamayacağım. Bu mutluluğu paylaşamamaktan bir Tireli vatandaş olarak üzüntü duyuyorum. Sütaş tesislerinin Tire’mize ve Türkiye’mize hayırlı olmasını Cenab-ı Allahtan niyaz ederim.
Değerli hemşehrilerim kendinize iyi bakın, sağlıkla kalın, ülkemize ve milletimize, sonsuz saadetler, huzur ve mutluluklar diliyorum.