Dostlar, söz vermek ne demektir? Hem Türkçe hem de İngilizce sözlüklere baktım. “Kesinlikle yapacağını söylemek” diye açıklanıyor. Bir hadiste de “verilen sözü tutmamak münafıklıktır (iki yüzlülük).” deniliyor.
Yaşadığımız toplumun dengeli, huzurlu olarak var olabilmesi kişisel veya genel sözlerin tutulmasına bağlıdır. Ehliyetimizi alırken trafik kurallarına uyarak araba kullanmaya söz veriyoruz. Ev kiralarken komşuları rahatsız etmemeye, gürültü yapmamaya, tepelerinden pislik dökmemeye söz veriyoruz. Çocuklarımız okula kayıt olduklarında öğretmeninin dediklerini yapmaya, arkadaşlarına saygılı olmaya, sınıfa vaktinde gitmeye söz veriyor. Evlenirken eşimi sevip sayacağıma, onu aldatmayacağıma, iyi ve kötü günde onun yanında olacağıma da söz veriyoruz. İşe girerken, mesai saatlerime uyacağımıza, verilen işi eksiksiz yapacağımıza söz veriyoruz. Onlar da karşılığında maaş ödeyeceklerine ve hak yemeyeceklerine söz veriyorlar…
Bu liste sayfalarca uzayabilir ama bu sözler tutuluyor mu? İşte bu sorunun cevabın aşağıdaki öyküde gizli…
Devlet büyükleri söz vermişti:
”Kasabanız il olacak…"
Haber duyulur duyulmaz halk, il olmanın şanına yakışır bir deveyi hükümet konağının önünde kesmeye karar verdi. Aralarında para toplayıp bir deve aldılar. Ancak söz yerine getirilinceye kadar, deveye kim bakacak? Art arda toplantılar yaptılar.
“Devenin bakımı kaymakamlık tarafından yapılsın.” dedi bazıları.
Buna karşı çıkanlar oldu.
“Olur mu öyle şey? Kasaba bizim, kaymakam yarın bir gün çeker gider. Bakımı için ne gerekiyorsa biz yaparız.”
Karar verildi, deveye kasaba halkı bakacaktı. Önce bir isim vermek gerekti. Bu kez de hangi ismin verilmesi gerektiği konusunda tartışmalar çıktı. İlk teklifi muhtarlardan biri yaptı.
“Süleyman, olsun! Balkan Harbi gazisi rahmetli dedemin ismidir.”
Kalabalıktan homurtular yükseldi. Aralarından biri karşı çıkıp bağırdı:
“Ulen muhtar, Süleyman isminde bir deve duydun mu hiç?”
Başka biri, elindeki bardağı yere fırlatarak, “Olmazzz muhtar, böyle şey görülmüş değil!..” dedi.
Tartışmalar hararetli bir şekilde devam ederken iktidar partisi vekillerince kanun teklifi meclis başkanlığına verildi. Teklife göre, yirmi sekiz ilçe il yapılacaktı. Mecliste de tartışmalar yaşandı. Muhalif vekillerden biri:
“Oy kazanmak için il yapıyorsunuz bu kadar ilçeyi…” dedi.
Başka biri:
“Alt yapısız il olmaz!” dedikten sonra “Bu kadar ilçeye vali, bu kadar ilçeye hükümet konağı, makam arabası nereden bulacaksınız?” diye bağırdı. Hatta kendisini sakin olması için uyaran başkana bir bardak su attı.
Her zaman olduğu gibi hükümetin dediği oldu ve kanun çıktı. Bunu duyan il adayı ilçelerde halk davul zurna eşliğinde halay çekmeye başladı ancak muhalefet partisi kanunu Yüksek Mahkemeye götürünce coşku, yerini meraklı bekleyişe bıraktı.
Gelecek hafta karar çıkacak, dediler. Çıkmadı. Önümüzdeki ay dediler. Çıkmadı. Yılbaşından önce dediler, gelecek sene dediler. Değişen bir şey olmadı.
Kasabada ise deveye hâlâ isim verilememişti. İsimsiz deve halk tarafından beslendi, yıkandı, tüyleri tarandı… Devenin keyfine diyecek yok. Çocuklar ayakları açılsın diye yürüyüş yaptırdılar, kadınlar başına güneş geçmesin diye el örmesi şapka giydirdiler. Yaşlı teyzeler, üşümesin diye hörgücüne göre örtü diktiler. Hatta ona göre bir kulübe bile yaptılar.
Bir gün öğretmenlerden biri, “Arkadaşlar, ben bir isim buldum,” dedi. “Araştırdım, deve çobanlarına ‘Savran’ deniliyormuş. Gelin biz bu deveye bu ismi verelim.”
Herkes birbirinin yüzüne baktı, kısa bir sessizlikten sonra başka bir muhtar öne atıldı:
“Helal be, öğretmen! Güzel isim bulmuşsun. İstersen halka da soralım…”
Öğretmen, “Elbette!..” deyince muhtar halka doğru yüksek sesle, “Ey ahali, devemizin isminin ‘Savran’ olmasını istiyor musunuz?” diye sorduktan sonra “Olsun, diyenler el kaldırsın.” dedi.
Herkes elini kaldırdı ama Binnaz Teyze kaldırmadı.
Muhtar, “Sen niye katılmıyorsun?..” diye sordu.
“Oğlum, ‘Savran’ insan ismi. Şimdi deve insan oldu, biz de deve mi olduk?”
Muhtar, “Olur mu öyle şey, iki ayaklı deve olur mu?” dediyse de Binnaz Teyze’yi ikna edemedi ama çoğunluk bu ismi kabul ettiği için deveye “Savran” ismi verildi.
Boynuna, üzerinde “Savran” yazılı bir plaka astılar. Birkaç yıl da böyle geçti ancak Yüksek Mahkeme bir türlü karar veremedi.
Kasaba halkı “il olma” rüyası görürken bir gece deprem oldu. Halk çığlıklar içinde sokağa koştu. Birçok can ve mal kaybı oldu. İl adağı deve, yıkıntılar arasından güçlükle kurtarılabildi, azimliydi. O yaşamak, kasabalılar ise “İl olsak da onu kessek” peşindeydi.
Deprem de atlatıldı, büyükler yeni sözler vermeye devam etti. Savran, artık yaşlanmıştı. Yattığı yerden kalkmak istemiyor, ona söylenen güzel sözlere de kanmıyordu. Kaderi, yerine getirilmeyen sözlere bağlanmıştı bir kere.
Öykümüzde de olduğu gibi İnsan beşer kuldur şaşar. Şaşar da beklenmedik insanların şaşırması bizi çok şaşırtıyor, sarsıyor, dağıtıyor, onlara olan güvenimizi sorgulatıyor…
Son zamanlarda pek çok tutulmayan söz görüyorum. Bazıları el sıkışarak verilmiş sözler, bazıları yazıya dökülmüşler, bazıları da TV ekranlarından gözümüzün içine baka baka verilmişler. El sıkışarak yapılan anlaşmaları bozmak, inkâr etmek daha kolay olsa da, bozmaya niyetli olanlar yazılı anlaşmalardaki satır aralarını, yazılmayanları bulup ortaya çıkartıyorlar. Koca koca okumuş insanlar, küçük çocuklar gibi mızıkçılık yapıyorlar. Bugün “A” dediklerine yarın “B”, “KARA” dediklerine “BEYAZ” diyebiliyorlar… Üstelik de gözünün içine baka baka… Ne için? Üç kuruş fazla para için genellikle…
Dostlar; kişisel olarak başkalarını düzeltmek, doğru yola getirmek gibi misyonumuz yok, istesek de yapamayız, haddimiz değildir. Ancak kendimize bakıp kendimizi düzeltirsek, bir nebze de olsa yakın çevremizi etkileyebiliriz. Ne dersiniz?
Dostlar, edebiyatla kalın ama umutsuz kalmayın!