Gün geçtikçe daha da eğiyoruz başımızı. Gözlerimiz o ilk ışıltılarını kaybediyor. Yüreğimiz eskisi gibi çarpmıyor artık. Sanki ölümüne üç ay kalmış bir hasta gibiyiz. Tabii ki tüm bunların arasında unuttuğumuz ya da fark edemediğimiz güzellikler eriyip gidiyor.
Bir an olsun, günden güne ağırlaşan beynimizi özgür bırakıp sıradanlaştırdığımız çevremizi inceleyelim. Orda neler varmış görmeye çalışalım.
“Ey tabiat ana, bağrında neler saklı?”
Dostlar bugünkü konumuz diyelim ki ağaç ve yapraklar… Sanırım yeterince sıradan… Fakat bir o kadar da derin bir konu.
Öncelikle şunu ele almak gerekir: “Bizim, ağaç ve yapraklarıyla ilişkimiz nedir?” Şüphe yok ki çoğumuz (bana kalırsa hepimiz) ağaca hak ettiği değeri vermiyoruz, daha da ötesi onun değerini bilmiyoruz. Hâlbuki yaşama dair ne varsa hepsinin can damarını elinde tutan o ağaçlar değil midir?
19 Temmuz 1969’da Florida’da bir milyonu aşkın insan başını kaldırmış gökyüzüne bakmaktaydı gözlerinin ışıltılarıyla; çünkü o gün Neil Armstrong Apollo-11 ile Ay’a yolculuk edecekti. Yani insanoğlunun yüzyıllardır süren çabasının sonucunun alınacağı ve hayallerinin gerçekleşeceği bir gündü. Peki, ne oldu? Ay’a gidildi mi? Evet, gidildi. Sadece Ay’la da kalınmadı, daha da ötelere gidildi ve gidilmeye devem edilecek, bu kesin; fakat şunu sormak istiyorum: “İnsanoğlu bu karanlık boşlukta ne arıyor?” Hiç düşündünüz mü? “Adam sen de, elbette ki uzayda yaşam var mı yok mu, onu arıyorlar.” diyeceksiniz ama size katılmıyorum. Şunda haklısınız, ilk gidişimiz yaşam var mı diye bakmak amaçlıydı. Artık öyle değil. Bundan böyle uzayda tek bir amacımız var: Ağacı bulmak.
Uzayda yaşamı aradık; bulamadık. Peki neden? Bunun cevabı “Uzayda ağacı bulamadık”tan başka ne olabilir? Az önce de bahsettik. Yaşama dair ne varsa can damarları ağacın elinde diye. Aslında her şeyin nedeni olarak gördüğümüz yaşam, ağacı var etmiyor. Aksine ağaç, yaşamı var ediyor.
Uzaydan başladık, öyle devam edelim. NASA artık bir gerçeği gördü. Uzayda yaşamı aradı, bulamadı; çünkü ağacın olmadığını fark etti. Şimdi NASA ne yapıyor, biliyor musunuz? Bu kez de su arıyor. Geçenlerde atom bombası bile attılar Ay’a, su var mı yok mu diye. Şimdi de Mars’ta arıyorlar. Peki, su bulununca ne olacak? Önce sulama sorun olmasın diye bir sistem kurarlar galiba. Ardından da buradan fidanları toplayıp Mars’a götürüp dikerler. Böylece yıllardır arayıp da bulunamayan yaşam, insanoğlunun kendi elleriyle kurulmuş olacak. Sonra mı? Ne zaman ki oraya götürdüğümüz ağaçlar yeşerecek, çiçekler açacak, işte o zaman biz de hastalanmasına sebep olduğumuz dünyamızı yatağında bırakıp arkamıza bile bakmadan çekip gideceğiz.
Sıradanlaştırdığımız çevre demiştik en başta. Aslında sıradanlaşan biz değil miyiz? Doğa her zamanki gibi duruyor, ilk günkü gibi neşesini ve canlılığını yitirmeden. Oysa biz hâlâ aynı biz miyiz? Değişmiyor muyuz hem de karşı duramadığımız bir şekilde?
Değişiyoruz dedik, hem de karşı duramadığımız bir şekilde… Vazgeçtim. Biz asla değişmiyoruz ve karşı duramayışımız da bu değişmemezliğe. Biz değil miyiz dünyaya merhaba derken ağlamaya başlayan… Ve yine biz değil miyiz bu dünyaya veda ederken bile gözyaşları dinmemiş? Ağlayarak gelip ağlayarak göç ediyoruz bu dünyadan. Değişme bunun neresinde?
Fazlasıyla ağladığımız şu dünyada bir an olsun gülmekten daha güzel ne olabilir? Ama gülemiyoruz, elimizde değil. Birileri umudumuzu, neşemizi, sevgimizi çalıp gitmiş. Sıradanlaşıyoruz demiştik, hayır sıradanlaştırılıyoruz.
Dostlar, edebiyatla kalın ama umutsuz kalmayın!