GEL…GEL…GEL…
Çarşı pazarda en sık duyduğumuz üç harfli bir kelime; GEL…GEL…GEL…
Kim olduğun, neyin nesi, kimin fesi olduğun önemli değil. Mühim olan, üç kuruşlukta olsa bir alışveriş yapman. Metre kareye beş kişinin düştüğü mahşeri bir kalabalık. Birbirini çekiştirenler, ön safta kendine yer açmak için büyük çaba gösterenler, kalabalığın gördüğünü göremeden ölürse gözleri açık gideceklerine inananların hemen hemen hepsi burada. Yaklaş vatandaş yaklaş, koş vatandaş koş. Yetişen alıyor, yetişemeyen havasını alıyor.
Vatandaşın biri meraklılar arasında. Eşinin siparişleri avucunun içine tükenmez kalemle kaydedilmiş durumda. Marulun göbeklisi, portakalın irisi, balığın dirisi alınacak. Limonun sulusu, meşrubatın dolusu tercih edilecek. Şu anki tercih ise milletin ebabil kuşları gibi üşüştüğü kıta sahanlığına damlamak.
Uzun boylu, gözlüğünün camları çay bardağı dibi görünümünde, saçları ağarmış bıyığı kırçıllaşmış ,zayıf, kuru buğday tenli bir satıcı bangır bangır bağırmakta. Elinde eski bir reçel kavanozu. Kavanoz dipli dünyanın tropikal ormanlarının birinde yakalanıp memleketimize bin bir zahmetle getirilmiş küçük bir yılan. Satıcı ısrarla yırtınıyor.
“Gel vatandaş gel. Yılana bak yılana. Yalanı yanlışı yok. Mala bak mala. Batan geminin yüzen malları burada. Ne alırsan yüz, Elinin beğendiği yüz.”
Yılanla ilgiyi, bir yaygı üzerinde sergilediği mallarıyla da paraları çekmekte. Bir şeyler alanlar, sadece yılana bakanlar, otuz iki kısım tekmili birden burada, bu tezgahta.
Pazarın bir başka yerinde yükünü boşaltmakta olan bir kamyonetin sürücüsüne de, bir başka kişi bar bar bağırmakta; “Gel gel. Sağ yap gel. Sol yap gel… Doğru gel, Gel abem gel… Tahmin ettiğiniz gibi, genç ve ip incecik bıyıkları yeni terlemiş delikanlı bir muavinin sesi bu.
Küçük bir teypten, hoparlöründen katledercesine yükselen canhıraş bir ses. Müzik parçası sanki kendini yerden yere çarpıyor, param parça oluyor da, teker teker havada toplayacak musikişinaslar aranıyor. Adamcağız sevgilisini mi çağırıyor, fotokopi çekercesine art arda tövbeler mi ediyor , orası pek belli değil…
“Kalk gidelim , hadi gidelim, bize gidelim
Tövbe, tövbe… Bi daha, bi daha tövbe, tövbeee”
Eyyy yüce Mevlana ey! Ne büyüksün ki yüzyıllar öncesinden yaptığın o güzelim çağrıya herkes işine geldiği gibi uymuş ve de uymakta.
“Gel, gene gel… İster kafir ol, ister Mecusi, ister putperest, Ne olursan ol gene gel… İster yüz kere tövbe etmiş ol, İster yüz kere bozmuş ol tövbeni .Ümitsizlik kapısı değil bu kapı, Nasılsan öyle gel…”
GİT Gel’den bahis açılmışken , gitmekle ilgili bir Nasreddin Hoca fıkrası anlatalım.
Nasreddin Hoca , uykusunun en tatlı yerinde birden uyanır. Bakar ki hanımı yorganı çekiştirmiş kendisi iyot gibi açıkta . Hoca bir hamlede yorganı tümüyle kendi üstüne çeker.
Bu defa açıkta kalan hanımı öfkeyle uyanır. Hocayı, (Git be adam) diyerek karyoladan aşağıya yuvarlar. Evden hışımla, söylene söylene çıkan Hocamız hızını bir türlü kesemez üç beş vilayet aşar. Son konakladığı yerde aklı başına gelir ve hanımına kısa bir mektup yazar. Mektuptaki ifade aynen şöyledir, “Daha gideyim mi Hanım?”…
Mehmet Sadık Medin 21 Ocak 1998 (Güncelleme20.10.2023